Geçirdiği rahatsızlık sonucu usta türkücü Seferihisar-Sığacık aşığı Hasan Mutlucan(85) aramızdan ayrıldı. Mutlucan’ın anısına 1986 yılında rahmetli usta gazeteci Teoman Erel’in, Sığacık ve Hasan Mutlucan dolu yazısını yayınlıyoruz.
SON KUŞLAR
04.10.1986 – TEOMAN EREL – MİLLİYET
Hilal şeklinde küçük bir kumsal, camgöbeği renginde bir deniz.
… Yanda taraçalar halinde inen lokantada, bir tiyatro grubuna mensup
olduğunu tahmin ettiğim güzel ve cıvıl cıvıl hanımlar.
Tarif üzerine gelip beklenmedik bir cennet bulmuştum. Sıcak kum
ile serin deniz arasında bir-iki gidip geldim. Ne uykusuzluk kaldı, ne
yorgunluk. Bir ara açıktaki kayalara doğru yüzdüm. Yaşlı fakat dinç
bir adam, bir küçük kayanın üzerinde açık denize doğru derin nefesler
alıyordu. Yaklaşınca tanıdım. Muammer Karaca idi.
"Evlat” dedi. "Burada imbat kürü yapıyorum, sana da tavsiye ederim. Her
yıl buraya gelirim, bu kayanın üzerinde her gün nefes alırım…”
Bir daha ne Muammer Karaca’yı, ne de o cennet sahili görebildim. Adını
unuttuğum için, o plajı bulamıyordum. Meğerse her yıl hacca gider gibi
uğradığım Sığacık Yat Limanı’nın karşısındaki nefis lokantanın hemen
arka tarafındaymış bizim cennet.
Yirmi yıl evvel Muammer Karaca ile tanıştığım o plajın üzerindeki otelde
birkaç başka ilginç sanatçıyla tanışmak varmış kısmetimizde…
Terasta otururken içeriden gümbür gümbür bir ses ulaştı:
"Yine de şahlanıyor aman…Kolbaşının yandım da kıııııratı…”
"Aman” diye fırladık, "Bir İhtilal daha mı var?”
Ses radyodan değil, içeride bir masada oturan Hasan Mutlucan’ın
kendisinden geliyordu.
Mutlucan, bize serhat türkülerinin yanı sıra, ondan duymaya alışmadığımız
türküler de söyledi. O inanılmaz sesi ile ortalığı gümbürdetirken, boyun
damarları su hortumu gibi kabarıyordu.
Emekli olmuş ve "balığının” peşinde Sığacık’a takılmış.
Balık diye andığı, kılıçbalığı…Uzun boylu, büyük sesli sanatçı, balığın en
değerlisini peşindeydi. Yüz kiloluk bir kılıçbalığı bir milyon ediyormuş.
"Eskiden Marmara’da vardı…” diyordu, "Şimdi Ege’ye indi. Biliyorum.
Burada var, bulacağım. Bir tekne aldım ve beş aydır buradayım.
Takımlarımı kurdum. Hava müsait olunca çıkacağım.”
Mutlucan, sabah kahvaltısında bize kılıçbalığının nasıl avlandığını,
takımların denize nasıl bırakıldığını anlattı. Fransa malı dövme çelik
oltaya kocaman bir kefal takılırmış. Kılıçbalığı, oltayı yiyince, biraz
debelenir, sonra küser ve ölürmüş. Bazen balıkçı olta takımını yerleştirdiği
açık denize dönene kadar köpekbalığı malı götürürmüş.
"Köpekbalığı, adeta emer oltadaki balığı” diyordu Mutlucan, "Sonr ada bir
kafa iskelete ile upuzun bir kılçık kalır. Ama serbestken köpekbalığıyla
başa çıkabilir bizim balık, kılıcıyla vurur…”
Kılıçbalığı, Haziran ve Temmuz’da yumurtlama zamanında denizin
üzerine yarı baygın uzanırmış, balıkçılar zıpkını saplayıp kolayca
avlayıveriyorlarmış.
"Ben o türlü avı sevmiyorum” dedi Hasan Mutlucan, "Bana çirkin
geliyor.”
Bilinmeyen bir balıkla bilinmeyen bir suda randevulaşmış olan bu yaşlı
sportmenle vedalaşırken, Hemingway’in "İhtiyar Adam ve Deniz”
kitabını düşünüyordum.